30 Aralık 2013 Pazartesi

Hassasiyetinizi yönetebiliyor musunuz?



Hiç aşırı hassas davranmakla eleştirildiğin oldu mu?

Haklı veya haksız, kadınların bu damgayı yeme oranı erkeklere yasla çok daha yüksek; kıyl belki de ağlamaya daha eğilimli oldukları için. (Yüksek seviyedeki testosteron hormonunun gözyaşı üretimini engellediği biliniyor.) Yine de hassasiyet dediğimiz şey, sık sık gözyaşı dökmekten çok daha fazlasını ifade ediyor. Üstelik derin biyolojik ve sosyal kökleri var.

Anne ve babana nasıl bir çocuk olduğunu sormakla işe başlayabilirsin: Utangaç veya girişken, sakin ya da sulugöz... Alacağın cevap, “büyümüş sen”in yoğun duygularla baş etmekte neden bu kadar zorlandığı ya da tam tersine her şeyi oluruna bıraktığı konusunda aydınlatıcı olabilir.

Stanford Üniversitesi’nde anksiyete ve duygu düzenlemesi üzerine çalışmalar yapan Psikolog Anett Gyurak, “Her insan kendine has bir mizaçla, genlerine dayanan belli bir kişilikle doğar” diyor. Ve hassasiyetle güçlü bir şekilde bağlantılı olan bir gen bulunuyor.

Ancak sahip olduğun DNA, hikâyenin sadece yarısı. Yetiştirilme şeklin ve büyüdüğün çevre de duygusal prototipine büyük ölçüde katkıda bulunuyor. En nihayetinde duygularınla olan ilişki biçimini, doğa ve büyütülme şeklin ortak bir çalışmayla belirliyor. Diyelim ki genlerin doğuştan aşırı hassas olacağın şekilde kodlanmış ve oldukça kaotik, duygularını açığa vurmaya pek fazla fırsat bulamadığın bir ortamda büyüdün. İşte böyle bir mizansen, hassas köklerini bilinçdışı bir şekilde bastırmana sebep olabiliyor.

Duygularını Serbest Bırak
Eskiden, özellikle de dışa dönük ve tuttuğunu koparan insanların ödüllendirildiği kültürlerde, duygularını bastırmak, hatta onlar yokmuş gibi davranmak, önemli bir başarı ölçütü kabul edilirdi. Zaman içinde yapılan araştırmalar, hassasiyetin her zaman zayıflık demek olmadığını gösterdi. Her şeyden önce, hassas bir kişilik hayat kurtarıcı olabiliyor. Gyurak, “Eğer yararları olmasaydı, bu özellik gen havuzunda hayatta kalamazdı. Hassas insanlar daha dikkatli ve tehlikelere karşı daha uyanık olur” diyor.

The Emotionally Intelligent Manager kitabının yazarlarından Doktor David Caruso ise, duyguların aynı zamanda iyi bir bilgi kaynağı olduğu görüşünde: “Bu da insanların anlayışlı ve açık görüşlü olmasını sağlıyor.” Hassasiyet geni taşıyanlar, komplike kararlar alma konusunda daha başarılı; özellikle de büyük bir kazanç veya kayıpla sonuçlanabilecek kararlar söz konusuysa... Diyelim ki şehir değiştirmeni gerektiren bir iş teklifi aldın. Sadece beyninle düşünmeyip, duygularına da odaklan. Böyle yaparsan karar süreci daha duygusal geçebilir ancak alacağın karar daha iyi ölçülüp biçilmiş olacaktır.

Konuşma yaparken de bu özelliğini kullanabilirsin. Oregon Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden emekli Profesör Mary Rothbart, hassas insanların diğerlerinin duygularının daha fazla farkında olduğunu ve onlarla empati kurduğunu söylüyor. Dinleyicilerin beden dilindeki değişiklikler, ne zaman anlattığın şeye devam etmen ya da konuyu değiştirmen gerektiği hakkında sana ipucu verebilir. (Dinleyici sensen, duygularına kulak ver. The Highly Sensitive Person kitabının yazarı Psikolog Elaine Aron, “Duygusal insanlar olayları enine boyuna değerlendirdiği için diğerlerinin gözünden kaçabilecek ince noktaları yakalayabilir” diyor.)

Ne Zaman (ve Nasıl) Sertleşmelisin?
Elbette her durumda hassas yönünü devreye sokmamalısın. Stresli olduğun bir gün iş yerinde ağlamak, diğerlerine aşırı dramatik veya zayıf birisi olduğunu düşündürebilir. Ya da iş arkadaşlarının seninle ilgili fikirleri konusunda saplantılı olmak, performansını etkileyebilir. Florida State Üniversitesi’nden Psikolog Brad Schmidt, “Bazı insanlar diğerlerinin kendi hakkında neler düşündüğünü çok fazla önemser, bu yüzden durmaksızın kendine destek arar” diyor.

Gyurak’a göre, hassasiyetin hâkim olduğu davranış biçimleri duygusal ilişkilerde de zorluk yaratabiliyor. Hassas insanlar reddedildiğinde aşırı tedirgin, endişeli, içine kapanık, sinirli veya üzgün olabiliyor. Hatta bunu rahatsız edici ve dayanılmaz bir noktaya gelene dek sürdürüyor. Bu sebeple, bu tür insanlar genellikle daha sık ayrılık yaşıyor. Erkek arkadaşının bir hareketi sinirlerini fazla bozarsa, sessizlik yemini etmek ya da seni artık sevmediği düşüncesine kapılmak gibi uç noktalara gitmemeye özen göster. Caruso, endişeli biri olduğun için kendine acımasız davranmaman gerektiğini de hatırlatıyor. Yapman gereken, duygularını kabul edip kontrol altında tutmak.Bunun için önerilerimize göz at:

Tetikleyicilerden Kaçın
Duygusal bir film izlemek bile seni gün boyu duygusallığa sürüklüyorsa, iyimser olmak istediğinde bu tür filmler izleme. Ya da sana duygusal çöküntü yaşatan olayları dikkatle takip et. Mesela daha önce bir arkadaşının ofisinde onunla dertleşirken ağladıysan, oraya gitmenin gözyaşı kanallarını bir kez daha tetikleyebileceğini hesaba kat ve arkadaşına başka bir yerde buluşmayı teklif et.

Prova Yap
Seni duygusallaştırsa bile kaçamayacağın bazı durumlar vardır. Schmidt böyle durumları önceden prova etmeni tavsiye ediyor. Mesela aile toplantısında annenin seni eleştireceğini biliyorsan, oraya gitmeden önce bir arkadaşınla birlikte sahneyi canlandır ve nasıl davranacağını prova et. Sahneye birkaç kez maruz kaldıktan ve başarılı tepkiler verdikten sonra, olay gerçekleştiği zaman kendini daha az kırılgan hissedeceksin.

Beklemede Kal
Patronun sana daha çok yetki devretmen gerektiğini söylüyor ve sen sadece olumsuz kelimeleri duyuyorsun. Ne kadar saçma görünürse görünsün, sana saldırıldığını düşündüğünde hatırlamak üzere zihninde bir soru listesi yap: Gerçek amacı ne? Bahsettiği şey benim şahsımla mı, yoksa işimle mi ilgili? Gyurak’a göre, bir anlığına bile rasyonel düşünebilen insanlar, duygularını çevresindekilerden gizlemeyi başarabiliyor.

Havayı Hafiflet
Hassas kişiliğin, hem olumlu, hem de olumsuz tepkiler vermene neden olabilir. Duygusal yönün ağır basıyorsa, yaradılış biçiminin avantajını kullan ve kendini kötü hissettiğin zamanlarda yaşam enerjisi yüksek bir akıl hocasıyla sohbet et. Biraz motivasyon herkese iyi gelir. Hassas ruhları ise uzun bir dönem idare edebilir.

18 Aralık 2013 Çarşamba



Çalışanı takdir etmenin 5 yolu



Bir iş yeri sahibiyseniz, çalışanlarınızın mutlu, huzurlu ve verimli çalışması için size düşen, onları takdir etmek. İşte onlara teşekkür etmenin yaratıcı yolları...

Çalışanın iş yerindeki motivasyonunu artırmak, daha mutlu ve verimli çalışmasını sağlamak için işverenlere düşen, çalışanını takdir edip ona teşekkür etmek. Fastcompany.com, çalışana teşekkür etmenin yaratıcı yollarını şöyle sıralıyor:

Teşekkür etmek erdemdir. Bazen, gerektiği kadarını yapmakla elinden gelenin en iyisini yapmak arasında bir teşekkür kadar mesafe olabilir.

Kişisel iletişim kurun. Interchanges şirketinin CEO’su Chris Patterson’un mesaiye kalan çalışanlara ve ailelerine hitaben el yazısıyla yolladığı “teşekkür” kartları size ilham verebilir.

Zaman değerlidir. Hak ettiğine inandığınız çalışanlarınıza “zaman verin”. Ödül olarak bir saat fazla öğle arasına çıkmak için bütün işler hızlanabilir.

Ufak ama doğru hediyeler büyük sonuçlar verir. Kişisel meraklarına göre ödüllendirebilirsiniz: Çift kişilik konser bileti, hediye çeki gibi.

Değiyorsa kurallar esnetilebilir: İş yerinde mutlak eşitlik olamaz. Her zaman birileri daha çok emek veriyordur. Buna inandığınız bir durumda iş yeri adaletine ciddi zararlar vermeden kuralları bireye özel esnetebilirsiniz. Sabahları uyanamayan bir tasarımcı; donanımlı ve çalışkansa, biraz daha geç gelip geç çıkabilir.

16 Kasım 2013 Cumartesi



Bunları anlat ona


Kalemlerini benimle paylaşan çocuklar var. En güzel yağmur, bir kovadan üzerine dökülen boyalardan oluşur. Ve en bilindik duvarlar, kentlerin öteki mahallelerinden gelen çocuklar tarafından boyanır…

Bunları anlat ona…

Bazen sanki, ellerimle tuttuğum bir teyp radyonun boğuk sesini taşıyormuşum da, bir yere gitmek isterken, yayın kesilmesin için, prizden uzaklaşamıyormuşum gibi geliyor çoğunlukla…

Ağzımızda bilinmedik bir türkü, kollarımın arasında can veren şarkılar var… En sevilen parçasını, deniz kumlarında kaybedecek, taş çatlasın kaç milyar insan vardır ki Dünya’nın bütün vaatsiz topraklarında?

Bunları anlat ona…

Daktilolarında kağıt, kalplerinde duvarları çatırdatan ölü şairler derneğinin kuruluş yıl dönümlerini hiç kaçırmam. Hatıralarını daha çok alt çekmecelerde biriktiren adamların müellifiyim…

Bir insanı, kollarını falçatayla parçalamaya iten her ne ise, ben onu kafatasımdan dışarı çıkarmakta zorlanıyorum. Ve bunu en çok, ülkenin bütün mevsim yollarını görmüş cezaevi otobüsleri bilir…

Bunları anlat ona…

İnsanların ağız kenarlarından “eskiden”lerle başlayıp “ama şimdi”lerle tükenen paragraflar akıyor, bütün uyku aralarında… Yastığa damlayan kâbusların en çok gündüzleri bir anlamı olmalıdır, ben bunu öğrendim…

Morg çekmeceleri, yitirilen çocuk düşlerine ayrılmışken ve unutması gerekenleri hatırlamaya meyilli bütün defterler, tozsuz raflara bir ve bir sıralanırken; durma sen de anımsa…

Bunları anlat ona…

Çok bilinmeyenli, az giderli denklemlerle yönetilmektedir Dünya’nın bütün kritik ülkeleri… Hanginizin zulmü, kendinizden büyük? Ve hanginiz kitapların arasında boğuluyorsunuz, evlerin geniş salonlarında?

Bir doğal afeti, doğal afet yapan üstündeki kandır… Kafeteryaların, kentlerin bütün yalnızlıklarına nazır camekanlarını aynalı yaparlar… Dışarıdan içerisi görünmesin için…

Bunları anlat ona…
Çocuklara deney yapmayı öğreten ve böylece bütün aykırı evleri havaya uçuran gayri resmi bir öğretmen olma isteğine eriştiğimde beş yaşındaydım, Albert Fish’e hiç özenmedim belki ama, en aykırı maddeleri bir araya getirmeye çalışma iyimserliğine sahibim.

Asfaltların altlarından uzun uzun borular geçer… Bütün kentin, bütün artığını taşır… Bir insanı yerin dibine kapanma isteğine sürükleyen ne varsa… Bir insanın içinden, uzun uzun boşluklar geçer… Bütün kentin, bütün artıklarını taşır onlar…

Bunları anlat ona…

Ortasından sıkıp kangrene dönüştürdüğüm düşlerim vardır benim yerkürenin muhtelif yerlerinde. Bitkinliğinde bulup, koynuma aldığım çok oldu seher sabah uyuklamalarını.

Bak sokaklar, kaldırımlar, telefon direkleri, çarşılar ve çocukların içlerinde kaybedildiği pazarlar bizim… En çok Pazartesilerden ölesiye korkarım ben oysa, ama yine de bak, gör, düş, düşün; bütün limanlar, bütün niyetçiler, bütün simit ve ayran satıcıları burada, bizim…

Gör bak; uzun yollardan gelen ve uzak hayaletlerin gölgelerinde dinlenen birer çocukluğu kaybettik biz, herhangi bir otobüs durağında…

Sahanlıklarda, ellerinde düş kırıntıları dolu herhangi bir valizle bekleyen herhangi bir yağmur kaçağına benzer, bir aşktan çıkmış, herhangi bir adam…

Bunları anlat ona…

6 Kasım 2013 Çarşamba



Yaşar Süngü, ''Osmanlı''da eşeklerin bile 2 gün izni vardı'' başlıklı yazısıyla, tarihten bazı olayları gündeme getirmiş: Hakka riayet. Amacının, ne kadar geri kaldığımızı, insan olma konusunda ne kadar mesafe almamız gerektiğini anlatmak olduğunu belirtiyor Sayın Süngü.

Avrupalı gözlemiyle anlatılan bir olayda, dikkati çeken uygulamayla eşeklere bile haftada iki gün tatil yaptırılıyormuş.

O zamanda insanların efendi gibi çalışma ve çalıştırma düzeni varmış demek ki.

Bu düzen, ''biz dedik, olacak'' şeklinde miydi acaba, yoksa, ''kanun konulmuş olacak'' şeklinde miydi?

Sayın Süngü''nün yazısında bunun bilgisi yok. Ama, zabıtaların pazarları sürekli kontrol ettiği, eksik tartma işlemine çok ağır ceza ve tazminat korkutmasıyla fırsat verilmediği anlatıldığına göre, uygulama kanun çerçevesinde olmalı.

Osmanlı hayranı görüntüsü veren hükümetimizin de aynı uygulama yapması gerekmez mi peki? Yani kanuna önem vermesi, vatandaşları kanun hükmüne göre hareket etmeye özendirmesi gerekmez mi?

Bugün, çalışanların hak gasplarını önlemeye dönük çalışma yapmaya yanaşmıyor hükümet; yapacakmış, tavırları sergiliyor.

Hükümet olanların kendileri çıkarmışlar kanunu; işe alınanlar haftada 45 saat çalıştırılır demişler... Şu şu sosyal hakları edinirler demişler...

Memurlara, sendikalılara ve yabancı ortaklı işyeri çalışanlarına bu kanun uygulanırken, bunların dışındaki yüzbinlerce çalışan bu kanun kapsamı dışında tutulmakta. İş kurma becerisi olanlar, saf ve gariban buldukları elemanları haftada 55 - 60 saat çalıştırmaktan 45 saat ücreti vermekten vazgeçmiyorlar. Şikayetlerden haberdar olan hükümet üyesi ise insanları oyalıyor.

Çalışma Bakanı, sosyal haklardan mahrum bırakılan çalışanların bu haklara kavuşabilmesi için kanun çıkarmaktan bahsediyordu aylarca önce. Halbuki kanun vardı, sadece uygulaması, bu hakların üzerine yatan kendini bilmezlere sert çıkması gerekiyordu.

Aradan zaman geçti, konuyu anmaz bile oldu Çalışma Bakanı.

Neden acaba?..

Önümüzdeki seçimler için başlatılan süreçte kendinibilmezlerin finansına ihtiyaç duyduğu için mi?

Osmanlı''da eşekler bile çok şanslıymış!.. Türkiye''de başkalarının hizmetinde emek sarfedenlerin şansı ne zaman oluşacak acaba?


İbrahim Faik Bayav
(05.11.2013 13:50)

bir gördüğümüz boşluğa



ÖĞRENCİ OLMAK !!!

Öğrenci olmak…

Öğrenci olmak ne baba olmaya benzer, ne de ana olmaya.Öğrenci olmak farklı bir şeydir.Şimdi siz kalkıp bir anaya, “ Yarın kıyamet kopacakmış” derseniz kadın paniğe kapılır ama bir öğrenciye aynı şeyi söylerseniz, okul tatil olacak diye sevinip oynamaya başlar.

Tuhaf bir şeydir öğrenci olmak. Her türlü bela ile eğlenebilmek yalnız öğrenciye özgü bir ayrıcalıktır. “ Yine çakmışız “ deyip gülebilmek, sorumsuzluğun dayanılmaz çekiciliğinden gelecek kaygılarına kadar yayılan geniş bir alanda yelken açan düşünceler arasında dolaşmak, hep öğrenciliğe özgüdür.

Kimse arkadaşlarına öğrenciler kadar inanmaz. Soruların nereden geleceğinden tutun da hangi filme gitmesi ve kime aşık olması gerektiğine kadar öğrenci sürekli arkadaşlarına danışır.Bir anlamda okul, arkadaşlardan öğrenilen yerdir. Bir problemin çözümünü arkadaşından öğrendiyse çoğu zaman o çözümün doğru olduğuna inanır.

Öğrenci olmak gerçekten tuhaftır. Bana sorarsanız, “öğrencilik geni” diye bir şey var ve bu gen ana babadan çocuğa geçiyor.Belki siz inanmayacaksınız ama ben gerçekten böyle bir şey olduğuna inanıyorum. Kimse öğretmese bile çocuklar anne ve babalarından her nasılsa aldıkları bu gen yardımıyla hemen öğrenciliği öğreniveriyorlar.

İşte bu tatsız korku meğer atalarımızın beyinlerinde öyle bir yer etmiş ki, bizim de ikide bir gördüğümüz boşluğa düşme rüyası, o günlerden bugünlere kadar sürmüş.Öğrencilik galiba böyle bir şey. Genlerle aktarılıyor. Bu rüya meselesi de öğrenciler için çok önemlidir.

Geçenlerde hayattan emekli olabilecek bir yaşa gelmiş bir tanıdığım bana, “ Yahu okul biteli neredeyse yüzyıl oldu. Ben hala diplomanın bana yanlışlıkla verildiği, alttan hala iki dersimin olduğu ve bu dersleri vermezsem işimin zor olduğunu anlatan kabuslar görüyorum” diyordu.

Biz her ne kadar öğrencilik bir geçiş dönemidir desek bile, demek ki kalıcı etkileri olan bir geçiş dönemi bu. Yoksa öbür dünya hazırlıklarına girişecek yaşa gelmiş kişilerde neden hala “ okulun bitmediği, alttan bilmem kaç dersin olduğu “ kabusları yaşansın….

Öğrenci olmak büyük ölçüde not tutan olmaya dönüşmüştür ülkemizde. Öğretmen olmak ise, not tutturan ile eş anlamlıdır.
Öğrenci olmak tuhaftır.

Prof.Dr.Necmi GÜRSAKAL



İyi bir webmaster olmak

Yeni başlayan arkadaşlara ufak tavsiyelerde bulunmak için yazdığım yazıya başlıyorum,

Günümüz teknolojisinde ilk sırada, en önemli buluşlardan biri olan internet var elbette,bu teknoloji kimi insanların işine çok yaradığı gibi kimi insanların da ekmek kapısı olmuştur.Fakat bu işe “bu işte manyak para var” düz mantığı ile girenlerden çok merakı ve çalışma yapısı planlı,disiplinli olan arkadaşların başarılı olduğu gözlemleniyor.

Herkes bir işe amatör olarak başlar, öğrenim sürecinden geçer ve işini severse gerçekten elle tutulur işler yapar çevresinden övgüler alır,isminden söz ettirir.

Kendinizi amatör olarak tanımladığınız dönemde, yaptığınız yanlışlardan dolayı çok kez eleştirilebilirsiniz,sizin yapmanız gereken ise eleştirilere ters ters yanıtlar verip ortamı germek yerine olgunlukla kabul etmeniz.İnanın çok faydasını görürsünüz,sizin iyiliğinizi düşünen bir insana diklenip, onu paylaşım ortamlarından küstürmekten çok çok daha iyidir.

Bu yolda çok takılacaksınız, geceniz gündüzünüze karışacak,aklınızı kaybedecek kadar sinirlenecek ve yorulacaksınız. Yeri geldiğinde adab-ı muaşeret kurallarına uygun bir şekilde yardım isteyeceksiniz ve cevabınızı düzgün bir şekilde alıp yeni şeyler öğreneceksiniz
Hiçbir zaman hazıra konmayacaksınız bu hatayı yaparsanız,emin olun amatörlükten çok çok geri gidersiniz.

Bir şeyi yapmaya çalıştığınızı size yardım edecek insanlara ispatlamalısınız ki, karşınızdaki kişi sizi sınıflandırsın.

Bir örnekle tanımlayacak olursak,

Evde yemek yapıyorsunuz,bütün malzemeleri toplamışsınız fakat tuzunuz yok. Bakkala gidiyorsunuz kapalı olduğunu görüyorsunuz, markete gitmek uzun zaman alacağından komşunuza koşuyorsunuz;

Komşu bana biraz tuz lazım,sende varsa versene.
Komşu tuzu verir,fakat isteksiz.
_________
YANLIŞ

Komşu bana biraz tuz lazım,şu tuzluğun yarısı kadar olsa yeterli.
Komşu istekli bir şekilde tuzu verir.
_________
DOĞRU

Komşunuzdan tuzu onun tuzluğu ile değil de kendi tuzluğunuzla almanız daha etik olur,yardım istiyorsunuz sonuçta kendiniz de bir şeyler katmanız gerekir.

Günler geçer ben artık oldum dersiniz,bu hataya da düşmemelisiniz.Çünkü bu sektörde her zaman öğrenmek için bir şey vardır.Yarım yumalak yaptığınız şeylerle ticaret yerlerinde 5 TL’ye banner 10 TL’ye logo 25 TL’ye site tarzında konular açmanız sizi yukarıdaki diğer yanlış gibi sizi geri sürükler.

Şunu unutmayın ki, bu işi tam öğrenmeden insanlara kendinizi sunmayın. Bu işi bileğinin hakkıyla yapan arkadaşlarında hakkını yemiş oluyorsunuz.

Joomla vs. hazır scriptler ile yaptığınız iş sizi zengin yapmaz, piyasayı düşürdüğünüz gibi profesyonelleri de sarsarsınız.Onlara gelen işler hep yarım kalmış,yapılamamış işler olur ve Türk İnternet Piyasasını da yavaşlatırsınız.

Bunu yapan arkadaşlar çok, bu da yapacağınız en büyük hatadır.

Bu yukarda anlattığımız şeylerden sonra iyi bir webmaster olmak istiyorsanız her şeyden önce karakterli,düzgün,kültürlü,yeniliğe açık bir kişiliğe sahip olmalısınız;

*Artık yabancı dil işverenin ağzına sakız gibi yapışmıştır, uluslar arası dil olan İngilizce’yi bilmeniz sizi rahatlatabilir, ileri de de çok faydasını görürsünüz.

*Felaket derece de araştırmacı olmalısınız.

*Hazır şeylerden kendinizi somutlayın,her zaman öğrenmeye açık olun.

*Çok iyi Türkçe konuşun,yazın q,w,x,$ gibi harfleri alfabemize katıp güzel dilimizi katletmeyin sizden küçüklere de kötü örnek olmayın.

*Çok çalışkan olun,sabırlı olun.

Zaten gerisi zamanla gelecektir,siz yeter ki aklı selim davranın para hırsı bürümesin gözlerinizi sakın ha büyük hata yaparsınız.

Saygılar.
Hasan Can ÖZYİĞİT

3 Kasım 2013 Pazar

İlahi Dinleme Siteniz



İnsanların hayatında çeşitli çeşitli aşık olabilecekleri unsurlar vardır. Bazıları annelerine çok tutkun olurlar ve annelerine duydukları aşk hiçbir şeyin önüne geçmez. Bazıları sevgililerine duydukları aşk ile tarihe geçerler. Bazıları ise Allah sevgisi ile dolup taşarlar ve Allaha olan tarifsiz aşkları ile O’na karşı sürekli ibadet etme isteği ile dolarlar.
Böyle insanların hayatlarına müzikten daha çok ilahiler ve insanın duygularını gıdıklayan ezgiler dinlemek ön plandadır. Durum böyle olunca ilahi dinlemek için insanların başvurduğu kaynak ihtiyacı artmıştır. İşte bu noktada ilahi severlerin imdadına yetişen websitemiz ilahidinle-tr  içeriğinde barındırdığı 2000’e yakın ilahi ile siz değerli ziyaretçilerimizin hizmetindedir.
Sitemizde barındırdığımız ilahilerin tek amacı sizlerin bu ilahileri dinleyerek mutlu olması ve manevi şarj olmasıdır. İlahilerin sitemiz üzerinden indirilmesi ya da ücretsiz dağıtımının yapılması gibi durumlar söz konusu değildir. Bunun dışında aradığınız bütün ilahileri de sitemizde bulabileceğinizin garantisini veriyoruz.

Nasıl mı peki ?
Sitemizin çalışma kuralları en son ortaya çıkan ilahileri en kısa zamanda sistemimize koyarak siz değerli ziyaretçilerimizin hizmetine sunmaktır. Bu yüzden en güncel ilahileri başka yerde aramanıza gerek kalmadan sitemiz üzerinden rahatlıkla ulaşabilir ve ücretsiz olarak ilahilerimizi dinleyebilirsiniz. Ayrıca eski ilahileri de ismin baş harfiyle arayabilme özelliği sayesinde kolayca bulabilirsiniz.
Sitemizin bir başka özelliği ise Popüler İlahiler menüsü altında yayınladığımız ilahilerdir. Bu bölümdeki ilahiler ziyaretçilerimiz tarafından en çok dinlenen ilahilerdir. Bu menüyü kullanma vesilesi ile daha önce hiç duymadığınız ve bilmediğiniz bir ilahiyi dinleyerek repertuarınıza bir ilahi daha katabilirsiniz.



Türkiye’nin en büyük ilahi dinleme sitelerinden biri olan web sitemizde en popüler ilahileri dinleyebileceğinizi hatırlatır ve siz değerli ziyaretçilerimizi de aramızda görmekten memnuniyet duyacağımızı belirtmek isteriz.

4 Ekim 2013 Cuma

Aysal'ın kurduğu ilginç koalisyon


GALATASARAY Başkanı Ünal Aysal ilginç bir koalisyon gerçekleştirmiş gibi görünüyor.

Medyada Ünal Aysal'a en yakın yayın organı Sözcü Gazetesi.

Ünal Aysal'ın Sözcü Gazetesi'nin sahibiyle de yakın bir dostluğu var.

Aysal'ın özel haberleri hep Sözcü'de çıkıyor, kulübün özel bilgileri veya yanıtları Sözcü üzerinden yayınlanıyor.

Deplasman maçlarına bile Aysal'ın uçağıyla birlikte gidiyorlar.

Bunda bir mahzur var mı?

Asla yok.

Olabilir.

Kime ne? Ancak Ünal Aysal'ın medyada bir başka yakını var.

Rasim Ozan Kütahyalı.

Aysal yönetimiyle birlikte Kütahyalı, Galatasaray'ın iç meselelerine en hâkim gazeteci oldu.

Bildiğim kadarıyla Sedat Doğan üzerinden gelişen bu dostluk öyle bir noktaya geldi ki, Ünal Aysal'ın cep telefonu bile artık Rasim Ozan Kütahyalı'nın elinde, bu telefonun içinde içindeki özel mesajları halkla paylaşıyor Kütahyalı.

Bunda bir mahzur yok.

Ancak Ünal Aysal'ın başarısı gerçekten takdire şayan.

Sözcü Gazetesi ile Rasim Ozan Kütahyalı'yı aynı potada eritmek, ancak Aysal'ın becerebileceği bir iş.
Fatih Altaylı

Dar mı, daraltılmış mı?



ANKARA'nın güzel lokantalarından birinde oturmuş, AK Parti'nin politikalarının belirlenmesinde etkili ve güçlü bir siyasetçiyle sohbet ediyoruz.

Son demokrasi paketinden söz ediyoruz haliyle.

Özellikle "seçim barajı meselesi"ni açıyorum.

"Pakette her şey netken, sadece seçim barajı konusunda üç seçenekli bir öneri getirdiniz. Oysa çok basit bir şekilde barajı 7'ye veya ne bileyim 5'e indirebilirdiniz. Barajın böyle kalmasından mı yanasınız?" diye sordum.

"Şunu vurgulamak istiyoruz" dedi, "Baraj bu haliyle bizi rahatsız etmiyor. Aslına bakarsanız bu şekliyle barajdan Meclis'teki partilerin hepsi memnundur. Ama biz yine seçenekler sunarak bu barajın değişmesine açık olduğumuzu gösterdik. Hep beraber uzlaşalım, konuşalım dedik".

Benim bu yanıttan anladığım şu oldu:

"Yani AK Parti aslında barajın bu haliyle kalmasını mı istiyor?"

Yanıt net oldu:

"Yoo, böyle bir ısrarımız, böyle kalsın diye bir dayatmamız yok. Biz dar bölge veya daraltılmış bölge seçeneklerine de açığız. Hiçbiri bizi rahatsız etmez."

"Ama diğer partileri rahatsız eder" diye araya giriyorum.

"Evet, özellikle de MHP'yi rahatsız ettiğinin farkındayız" diyor.

"Peki sizin AK Parti olarak gönlünüzden geçen ne? Dar mı, daraltılmış mı?" takip eden sorum oluyor.

Bunun yanıtı o kadar net değil:

"Aslına bakarsanız, Beyefendi'nin gönlü daraltılmış bölgeden yana. Pek çok Batı demokrasisinde bu yöntem var. Mesela İngiltere'de. Ama bunun Türkiye açısından mahzurları olduğunu da düşünenler var partimizde. Partinin uyum içinde hareket etmesini engelleyecek bir durum ortaya çıkabilir uzun vadede. Fakat birçok demokratik ülkede bu işliyor."

"O zaman bunu mu önereceksiniz? Dar bölgeyi."

"Aslına bakarsanız, AK Parti açısından en fazla fayda sağlayacağımız sistem bu. Çünkü Türkiye'nin her yerinde homojen yayılmış ve her yerde güçlü tek parti biziz. Bu sistem bizim için en iyisi olur. Fakat bir yandan da çekincemiz var. Bu sistem Türkiye'de temsilde adalet açısından bazı sıkıntılar doğurabilir. Çünkü Türkiye 550 seçim bölgesine ayrılacak ve her bölgeden bir milletvekili çıkacak. Bu durumda oy oranlarına uygun olmayan bir tablo ortaya çıkabilir. Bu bizim çok isteyeceğimiz bir şey olmaz" yanıtını alıyorum ve şaşırıyorum.

"Peki İsveç modeli yapsanız. Bir parti sadece bir bölgede bile oyların yüzde 12'sinden fazlasını alırsa, ülke genelindeki barajı geçmiş sayılıyor. Bu bize çözüm olmaz mı?" önerisini yapıyorum.

"Tartışmaya değer" buluyor.

"Önemli olan temsilde adaleti sağlarken, istikrarı da bozmayacak bir sistem oluşturmak" diye noktalıyor.



Ruhban Okulu niye yok?

PAKETTE eksiklik olarak görülüp eleştirilen unsurlardan biri, Heybeliada Ruhban Okulu'yla ilgili bir öneri getirilmemesi.

Oysa bu bir eksiklik değil, tam aksine "planlı bir hareket".

AK Parti kurmayları, Batı'nın özellikle de ABD'nin üzerinde fazla hassasiyetle durduğu Ruhban Okulu konusunda bilerek adım atmadılar.

Bugüne kadar başta azınlık vakıfları olmak üzere pek çok çetrefilli konuda çok ciddi adımlar atılmasına karşılık, Batı'nın bununla ilgili bir takdir göstermektense sürekli olarak eleştirilerde bulunmasından ve bu atılan adımlara karşılık verilmemesinden ve mütekabiliyet esasına uygun davranılmamasından ve sürekli Türkiye'den bir şeyler talep edilirken konunun diğer muhataplarının hiçbir adım atmamasından dolayı Ruhban Okulu konusu bu pakete özellikle sokulmadı.



Daralırsa ne olur?

TÜRKİYE seçim sistemini değiştirir ve "dar bölge" sistemine geçmeye karar verirse, ortaya çok ilginç seçim sonuçları çıkabilir.

Benim yıllardır yayınladığım bir "seçmen tercih haritası" var.

Her anketimizde bu haritayı da hazırlattırıyorum.

Son 2 seçimdir Türkiye'nin her yerinde homojen oy alan ve Türkiye'nin tüm bölgelerinde "1. parti" olma özelliğine sahip tek parti var: AK Parti.

Eğer dar bölge seçim sistemine geçilirse olacak olan şu:

AK Parti, milletvekili sayısını ciddi şekilde artıracak.

Çünkü 550 seçim bölgesinin pek çoğunda AK Parti önde.

Buna karşın Doğu ve Güneydoğu'da milletvekillerinin büyük bölümünü BDP çıkaracak.

Orta Anadolu'yu AK Parti silme götürecek. Marmara'da AK Parti büyük üstünlük sağlayacak.

CHP aradan birkaç milletvekili çıkarabilecek.

Ege'nin iç kesimlerinde yine AK Parti büyük üstünlük sağlarken, kıyı şeridini ise CHP blok halinde alacak.

Akdeniz Bölgesi'nin büyük bölümünde AK Parti blok çıkaracak.

Üstelik de en organize parti AK Parti olduğu için, gerekirse seçmen mobilitesiyle durumunu daha da güçlendirecek.

MHP ise büyük ihtimalle Meclis dışında kalacak ya da çok az sayıda milletvekiliyle yetinecek.



Aysal'ın kurduğu ilginç koalisyon

GALATASARAY Başkanı Ünal Aysal ilginç bir koalisyon gerçekleştirmiş gibi görünüyor.

Medyada Ünal Aysal'a en yakın yayın organı Sözcü Gazetesi.

Ünal Aysal'ın Sözcü Gazetesi'nin sahibiyle de yakın bir dostluğu var.

Aysal'ın özel haberleri hep Sözcü'de çıkıyor, kulübün özel bilgileri veya yanıtları Sözcü üzerinden yayınlanıyor.

Deplasman maçlarına bile Aysal'ın uçağıyla birlikte gidiyorlar.

Bunda bir mahzur var mı?

Asla yok.

Olabilir.

Kime ne? Ancak Ünal Aysal'ın medyada bir başka yakını var.

Rasim Ozan Kütahyalı.

Aysal yönetimiyle birlikte Kütahyalı, Galatasaray'ın iç meselelerine en hâkim gazeteci oldu.

Bildiğim kadarıyla Sedat Doğan üzerinden gelişen bu dostluk öyle bir noktaya geldi ki, Ünal Aysal'ın cep telefonu bile artık Rasim Ozan Kütahyalı'nın elinde, bu telefonun içinde içindeki özel mesajları halkla paylaşıyor Kütahyalı.

Bunda bir mahzur yok.

Ancak Ünal Aysal'ın başarısı gerçekten takdire şayan.

Sözcü Gazetesi ile Rasim Ozan Kütahyalı'yı aynı potada eritmek, ancak Aysal'ın becerebileceği bir iş. 

.fatihaltayli.com.tr

Duyunca aklıma geldi


AHMET Davutoğlu ile ilk tanışmam Abdullah Gül'ün başbakanlık koltuğunda oturduğu döneme rastlar.

Daha önce de yazmıştım.

Başbakan Abdullah Gül, Irak'a yapılması gündemde olan ABD operasyonu ve ABD'nin Türkiye'den beklentileri ile Türkiye'nin bu konuda düşündüklerini anlatmak üzere genel yayın yönetmenlerini Ankara'daki konutunda bir yemeğe davet etmişti.

Davutoğlu'nu ilk kez o gün gördüm.

Başbakan Gül'ün "dış politika danışmanı"ydı.

Türkiye'nin o günlerdeki Irak politikasını Başbakan Gül'le birlikte anlattı.

Davutoğlu'nun anlattıkları karşısında dehşete düşmüştüm ve "Ahmet Bey, sizi ilk kaz tanıyorum ancak bu anlattıklarınız politika olarak uygulanacaksa Kuzey Irak'ta Türk askeri ile ABD askeri karşı karşıya gelir. Birbirlerine silah çeker çatışır. Bu riski görmüyor musunuz?" demek ihtiyacını hissetmiştim.

Hem Davutoğlu, hem de Dışişleri mensubu olan ve daha sonra İran'a büyükelçi olarak atanan resmi danışman, "Böyle bir şey söz konusu değil. İki müttefikin askerleri birbirine silah çeker mi?" diyerek bana karşı çıkmışlardı.

Ben de bunu o günlerde, yani 2002 yılında yazmıştım.

Bu yazının üzerinden çok uzun zaman geçmeden dediğim gerçekleşti ve meşhur "çuval geçirme" olayı meydana geldi.

Çatışma olmamasının tek nedeni ise Türk askerlerinin (her nedense) çatışmadan çuvalın başlarına geçirilmesini kabul etmiş olmalarıydı. Aksi takdirde kan dökülmesi kesindi.

Ahmet Davutoğlu'nu sonraki dönemlerde de sık sık eleştirdim.

Ortadoğu'daki sorunların tümünü çözmeye kalkıştığı ve buna hem inanıp hem de çevresini inandırdığı günlerde Davutoğlu'na, "Bu sorunların en yenisi 70, ortalaması 500, en eskisi ise 2000 yıllık. Tüm bu sorunlar bunca yıldır Ahmet Davutoğlu diye biri gelsin de çözsün diye mi bekliyordu" dedim ve yazdım.

Davutoğlu'nun Ortadoğu politikasını, sıfır sorun politikasını hayalci ve imkânsız bulduğumu hep yazdım, hep söyledim.

Sonuç ortada.

Davutoğlu'nun Suriye politikası da, İran politikası da, Mısır politikası da hep duvara tosladı.

Suriye'de 2 yıldır yaşadıklarımız ortada.

Suriye, Türkiye'nin iç huzurunu tehdit eder hale geldi. Üstüne üstlük Türkiye'yi de bence "anlamsız bir yalnızlığa" itti.

Mısır'da kıyameti kopardık.

Ne oldu?

Hiiiiç!

Mursi geri gelmediği gibi Mısır'ın yeni yönetimiyle hiçbir bağımız kalmadı.

İlkesel olarak haklıydık belki ama kendimizi bu kadar bağlamaya gerek yoktu.

Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı'nı devraldığında Irak'la, Suriye'yle, İran'la, Mısır'la, Rusya'yla, ABD ile AB ile hiçbir sorunumuz yoktu. İsrail'le bile durumu idare ediyorduk.

"Sıfır sorun" diye gelen Davutoğlu'ndan sonra hepsiyle sorunumuz var.

Davutoğlu'nun politikalarından kazançlı çıkan sadece İran oldu.

Türkiye başarılı ve istikrarlı bir 10 yıla rağmen, durduk yerde bu sorunlarla boğuşmaya, yıpranmaya başladı.

Dış politikadaki başarısızlık, iç politikadaki başarıların üzerine gölge gibi çöktü.

Diyeceksiniz ki, "Fatih, bunları zaten yazmıştın. Şimdi niye yeniden yazıyorsun, ne oldu?"

Bir şey olduğu yok.

Sadece dün Başbakan'ın kabineyle ilgili olarak "Her an her şey olabilir" dediğini duydum da...

Aklıma geldi.



Ya başkanlık ya takas

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül'ün TBMM'nin açılışında yaptığı konuşma bir "veda konuşması"ndan çok bir "merhaba" konuşması gibiydi.

Satır aralarını okuduğum zaman, "Bu sıralardan ayrılarak Çankaya'ya çıktım, şimdi yine bu sıralara döneceğim" diyordu Gül.

Belli ki, o da benimle aynı fikirde.

Kaç zamandır yazıyorum, "Doğal ve doğru olan Gül'ün AK Parti'nin başına dönmesidir" diye. AK Parti içinde de geniş bir kesim bu fikirde.

Sadece parti içinde değil, parti tabanını oluşturan ve Erbakan'dan bu yana aynı ideolojinin etrafında toplananlar açısından da doğru olan bu.

Bunun hem parti hem Türkiye açısından en doğru olduğunu düşünenlerin sayısı hayli fazla.

Ancak bunun istisnaları var.

"Bu istisnalar kim?" diye soracak olursanız bunlara "Yakın çember" demek mümkün.

Böyle bir görev değişimi, yani Başbakan Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması, Cumhurbaşkanı Gül'ün de TBMM'ye dönmesi durumunda "mevcut pozisyonunu" koruyamayacağını düşünenler böyle bir "görev takası"na karşı çıkıyorlar.

Bana göreyse, Anayasa değişmediği, başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerinden birine geçilmediği takdirde bu takas kaçınılmaz.



CHP'nin ABD izlenimi

ANKARA'da CHP'li bazı isimlerle de sohbet etme fırsatım oldu.

Merak ettiğim, CHP'li bazı isimlerin ABD'ye yaptığı ziyaretin sonuçları ve bu ziyaretten edindikleri izlenimdi.

Anladığım kadarıyla izlenimleri CHP açısından çok olumlu geçmemiş.

Daha doğrusu beklentileri doğrultusunda geçmemiş.

ABD'den aldıkları mesaj, "Ne yazık ki iktidar olmaya yakın durmuyorsunuz, bir alternatif gibi görünmüyorsunuz" şeklinde olmuş.

ABD'nin Türkiye ile öngörüsü de CHP'de "negatif" bir izlenim yaratmış.

Çünkü ABD, Türkiye'nin bir dönem daha AK Parti ile yola devam edeceğini ama AK Parti'nin 2014'ten sonra yeni bir liderlikle Türkiye'yi yöneteceğini öngörüyormuş.

Bana bunu anlatan CHP'liye, "Siz ne düşünüyorsunuz?" dedim.

"Şu an için öyle görünüyor olabilir ama siyasette çok şeyin değişeceği bir 2 yıl yaşayacağız. ABD'nin öngörüleri yanlış çıkabilir" dedi. 
fatihaltayli.com.tr

'Haksızlık ediyorsun'

AMAN zaman burada AK Partili bir dostumun "söylediklerini", daha doğrusu benim yazılarıma yönelik "itirazlarını" aktarıyorum. 

Bunu yapmamın bir nedeni var. 

Köşe yazarlığı tek yönlü bir iş. 

Bir olaya bakıyor ve kendi anlayışımıza göre bir "değerlendirme" yapıyoruz ki, ona da yorum ve eleştiri diyorlar. 

Elbette ki yorumumuz "tek taraflı" oluyor. 

Tek taraflı derken kimse "objektif" olmadığımızı düşünmesin. 

Olabildiğince objektif oluyoruz ama sonuçta fotoğraf makinesinin objektifi de fotoğrafı çeken kişinin dönüp baktığı yönü fotoğraflıyor. 

Bu yüzden de objektifini başka yönlere çevirenlerin de görüşlerini aktarmayı "gerçek objektiflik" olarak algılıyorum. 

Bir anlamda ben objektifimi "ormana" çevirmişsem, objektifini "ağaca" çevirenin görüşlerini de aktarıyorum. 

Ya da tam tersi... 

Dün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ilgili eleştirim yayınlanınca AK Partili dostumun arayacağından hiç kuşkum yoktu. 

Nitekim aradı da. 

"Ahmet Bey'e haksızlık etmişsin" dedi. 

Güldüm. "Aramasan şaşardım. Nerede haksızlık etmişim anlat bakalım" dedim. 

"Senin eleştirdiğin Ahmet Davutoğlu, bizim buradan bakınca Türk dış politikasının gelmiş geçmiş en iyi Dışişleri Bakanı gibi görünüyor" dedi. 

"Onu nereden çıkardınız?" diye sordum. 

"Şaka yapmıyorum. Pek çok genç, Davutoğlu'na hayranlık derecesinde saygı duyuyor. Çünkü Türkiye'nin ilk kez Ahmet Bey döneminde kemikli bir dış politikaya sahip olduğuna inanıyorlar ve bu inancı haksız diyemezsin" dedi. 

"Beni iyi okumamışsın. Ben kemiksiz demedim. Ama dış politika her zaman bu kadar kemikli olmamalı. Biraz da şartlara göre oluşmalı. Ben de tam bunu söylüyorum. Bu kadar kemik fazla olabilir" dedim. 

"Bunu sen söyleme bari" dedi. "Dış politikanızın kemiği yoksa sizi hamur gibi yoğururlar. Vücutta kemik olmazsa beden ayakta duramaz, çuval gibi yere yığılır. Ahmet Bey en azından bunu sağladı. Bir duruşumuz var. Dik bir duşumuz var." 

"Yani?" dedim son olarak. 

"Yanisi şu. Ahmet Davutoğlu'na haksızlık ediyorsun. Senin görüşünü hiç paylaşmıyoruz" dedi. 

Ben zaten görüşlerim paylaşılsın diye yazmıyorum. 

Sadece "Böyle de bir görüş var" diye yazıyorum. 

Bir tek benim görüşüm olsa da! 



Davutoğlu'nun hakkını yemeyeyim 

MADEM Ahmet Davutoğlu dedik, Ahmet Bey'in hakkını da vermek lazım. 

Geçen yıl G-20 Zirvesi için Meksika'dayız. 

Ahmet Davutoğlu, gazetecilerle uzun bir sohbet yaptı. 

Dış politikamızı ve bu konudaki görüşlerini, yapmak istediklerini anlattı. 

Sonra da bana takıldı. 

"Fatih Bey, yine bizim söylediklerimize karşı çıkacaktır elbette" dedi gülümseyerek. 

Ben de kendisine, "Ahmet Bey, bazılarına karşı çıkarım, bazılarına destek olurum. O önemli değil, ancak ben size teşekkür etmek istiyorum" dedim. 

Şaşırdı. 

"Çünkü" dedim, "Sizi defalarca eleştirdim. Hatta hep eleştirdim. Ancak siz bir kez bile sitem etmediniz. Bir kez bile sinirlenmediniz, sert yanıtlar vermediniz. Bu yüzden sizi çok takdir ediyorum." 

Bunun üzerine yine gülümsedi ve "Galiba bu yüzden beni sürekli eleştiriyorsunuz" dedi. 



Aysal ve Drogba ve hatta Terim 

DROGBA adam gibi adam. 

Adam gibi adamdan daha adam. 

Geldiği günden beri Türkiye'ye sporculuk, adamlık dersi veriyor. 

Maçlarda asla sinirlenmiyor. Sinirlense de 10 saniye içinde sinirini uzaklaştırıyor. Hakemlere itirazında bile zarafeti elden bırakmıyor. 

Sert faul yapmamaya çalışıyor. Her faulünde rakipten özür diliyor. 

İstemeden sakatladığı futbolcu rakibini hastanede ziyaret ediyor. 

Her lafı, her hareketi ölçülü. 

Son olarak bir ders daha verdi. 

Ünal Aysal cep telefonuna Fatih Terim'den gelen mesajları televizyonlarda yayınlatıp Terim'i aşağılamaya çalışırken, Drogba Juventus maçından sonra "Üzerimizde çok emeği olan Fatih Terim'e teşekkür ediyorum" diyerek alınan puanı Terim'e hediye etti. 

Bu büyük bir harekettir. 

Tabii burada Terim'in de alması gereken bir ders var. 

Göreve yeni gelen Terim olsa ve Drogba bu "jesti" ayrılan teknik direktörüne yapsaydı, Terim'in bundan çok da memnun kalmayacağını adım gibi biliyorum. 



1'er buçuk puan 

FARKINDA mısınız, Türkiye Futbol Federasyonu durum 2-1 Galatasaray'ın lehineyken son 1 dakikası oynanamadan yarım kalan Beşiktaş-Galatasaray maçının sonucunu hâlâ "açıklamadı", hâlâ kimin kaç puan aldığını tescil etmedi. 

Kural ortada. 

Beşiktaş hükmen mağlup sayılacak. 

Galatasaray 3 puanı alacak. 

Ancak federasyon bunu hâlâ açıklamıyor. 

Çünkü Türkiye'nin gördüğü ve görebileceği en eyyamcı federasyon olan bu federasyon, "Bu işin içinden nasıl çıkarız?" diye hesap yapıp duruyor. 

Ben onlara basit iki yol önereyim. 

Fenerbahçe'yi çok kızdırmak istemiyorlarsa, ki istemezler biliyorum, her iki takıma da yani Galatasaray'a da, Beşiktaş'a da 1'er buçuk puan verip 3 puanı paylaştırsınlar. 

Fenerbahçe'yi kızdırmak umurlarında değilse, Beşiktaş ve Galatasaray'a aynı oranda yaranmak istiyorlarsa her iki takıma da 3'er puan versinler. Böylece sorunu çözmüş olurlar. Bu eyyamcılara yakışacak olan tam da budur. 

fatihaltayli.com.tr