4 Ekim 2013 Cuma

Aysal'ın kurduğu ilginç koalisyon


GALATASARAY Başkanı Ünal Aysal ilginç bir koalisyon gerçekleştirmiş gibi görünüyor.

Medyada Ünal Aysal'a en yakın yayın organı Sözcü Gazetesi.

Ünal Aysal'ın Sözcü Gazetesi'nin sahibiyle de yakın bir dostluğu var.

Aysal'ın özel haberleri hep Sözcü'de çıkıyor, kulübün özel bilgileri veya yanıtları Sözcü üzerinden yayınlanıyor.

Deplasman maçlarına bile Aysal'ın uçağıyla birlikte gidiyorlar.

Bunda bir mahzur var mı?

Asla yok.

Olabilir.

Kime ne? Ancak Ünal Aysal'ın medyada bir başka yakını var.

Rasim Ozan Kütahyalı.

Aysal yönetimiyle birlikte Kütahyalı, Galatasaray'ın iç meselelerine en hâkim gazeteci oldu.

Bildiğim kadarıyla Sedat Doğan üzerinden gelişen bu dostluk öyle bir noktaya geldi ki, Ünal Aysal'ın cep telefonu bile artık Rasim Ozan Kütahyalı'nın elinde, bu telefonun içinde içindeki özel mesajları halkla paylaşıyor Kütahyalı.

Bunda bir mahzur yok.

Ancak Ünal Aysal'ın başarısı gerçekten takdire şayan.

Sözcü Gazetesi ile Rasim Ozan Kütahyalı'yı aynı potada eritmek, ancak Aysal'ın becerebileceği bir iş.
Fatih Altaylı

Dar mı, daraltılmış mı?



ANKARA'nın güzel lokantalarından birinde oturmuş, AK Parti'nin politikalarının belirlenmesinde etkili ve güçlü bir siyasetçiyle sohbet ediyoruz.

Son demokrasi paketinden söz ediyoruz haliyle.

Özellikle "seçim barajı meselesi"ni açıyorum.

"Pakette her şey netken, sadece seçim barajı konusunda üç seçenekli bir öneri getirdiniz. Oysa çok basit bir şekilde barajı 7'ye veya ne bileyim 5'e indirebilirdiniz. Barajın böyle kalmasından mı yanasınız?" diye sordum.

"Şunu vurgulamak istiyoruz" dedi, "Baraj bu haliyle bizi rahatsız etmiyor. Aslına bakarsanız bu şekliyle barajdan Meclis'teki partilerin hepsi memnundur. Ama biz yine seçenekler sunarak bu barajın değişmesine açık olduğumuzu gösterdik. Hep beraber uzlaşalım, konuşalım dedik".

Benim bu yanıttan anladığım şu oldu:

"Yani AK Parti aslında barajın bu haliyle kalmasını mı istiyor?"

Yanıt net oldu:

"Yoo, böyle bir ısrarımız, böyle kalsın diye bir dayatmamız yok. Biz dar bölge veya daraltılmış bölge seçeneklerine de açığız. Hiçbiri bizi rahatsız etmez."

"Ama diğer partileri rahatsız eder" diye araya giriyorum.

"Evet, özellikle de MHP'yi rahatsız ettiğinin farkındayız" diyor.

"Peki sizin AK Parti olarak gönlünüzden geçen ne? Dar mı, daraltılmış mı?" takip eden sorum oluyor.

Bunun yanıtı o kadar net değil:

"Aslına bakarsanız, Beyefendi'nin gönlü daraltılmış bölgeden yana. Pek çok Batı demokrasisinde bu yöntem var. Mesela İngiltere'de. Ama bunun Türkiye açısından mahzurları olduğunu da düşünenler var partimizde. Partinin uyum içinde hareket etmesini engelleyecek bir durum ortaya çıkabilir uzun vadede. Fakat birçok demokratik ülkede bu işliyor."

"O zaman bunu mu önereceksiniz? Dar bölgeyi."

"Aslına bakarsanız, AK Parti açısından en fazla fayda sağlayacağımız sistem bu. Çünkü Türkiye'nin her yerinde homojen yayılmış ve her yerde güçlü tek parti biziz. Bu sistem bizim için en iyisi olur. Fakat bir yandan da çekincemiz var. Bu sistem Türkiye'de temsilde adalet açısından bazı sıkıntılar doğurabilir. Çünkü Türkiye 550 seçim bölgesine ayrılacak ve her bölgeden bir milletvekili çıkacak. Bu durumda oy oranlarına uygun olmayan bir tablo ortaya çıkabilir. Bu bizim çok isteyeceğimiz bir şey olmaz" yanıtını alıyorum ve şaşırıyorum.

"Peki İsveç modeli yapsanız. Bir parti sadece bir bölgede bile oyların yüzde 12'sinden fazlasını alırsa, ülke genelindeki barajı geçmiş sayılıyor. Bu bize çözüm olmaz mı?" önerisini yapıyorum.

"Tartışmaya değer" buluyor.

"Önemli olan temsilde adaleti sağlarken, istikrarı da bozmayacak bir sistem oluşturmak" diye noktalıyor.



Ruhban Okulu niye yok?

PAKETTE eksiklik olarak görülüp eleştirilen unsurlardan biri, Heybeliada Ruhban Okulu'yla ilgili bir öneri getirilmemesi.

Oysa bu bir eksiklik değil, tam aksine "planlı bir hareket".

AK Parti kurmayları, Batı'nın özellikle de ABD'nin üzerinde fazla hassasiyetle durduğu Ruhban Okulu konusunda bilerek adım atmadılar.

Bugüne kadar başta azınlık vakıfları olmak üzere pek çok çetrefilli konuda çok ciddi adımlar atılmasına karşılık, Batı'nın bununla ilgili bir takdir göstermektense sürekli olarak eleştirilerde bulunmasından ve bu atılan adımlara karşılık verilmemesinden ve mütekabiliyet esasına uygun davranılmamasından ve sürekli Türkiye'den bir şeyler talep edilirken konunun diğer muhataplarının hiçbir adım atmamasından dolayı Ruhban Okulu konusu bu pakete özellikle sokulmadı.



Daralırsa ne olur?

TÜRKİYE seçim sistemini değiştirir ve "dar bölge" sistemine geçmeye karar verirse, ortaya çok ilginç seçim sonuçları çıkabilir.

Benim yıllardır yayınladığım bir "seçmen tercih haritası" var.

Her anketimizde bu haritayı da hazırlattırıyorum.

Son 2 seçimdir Türkiye'nin her yerinde homojen oy alan ve Türkiye'nin tüm bölgelerinde "1. parti" olma özelliğine sahip tek parti var: AK Parti.

Eğer dar bölge seçim sistemine geçilirse olacak olan şu:

AK Parti, milletvekili sayısını ciddi şekilde artıracak.

Çünkü 550 seçim bölgesinin pek çoğunda AK Parti önde.

Buna karşın Doğu ve Güneydoğu'da milletvekillerinin büyük bölümünü BDP çıkaracak.

Orta Anadolu'yu AK Parti silme götürecek. Marmara'da AK Parti büyük üstünlük sağlayacak.

CHP aradan birkaç milletvekili çıkarabilecek.

Ege'nin iç kesimlerinde yine AK Parti büyük üstünlük sağlarken, kıyı şeridini ise CHP blok halinde alacak.

Akdeniz Bölgesi'nin büyük bölümünde AK Parti blok çıkaracak.

Üstelik de en organize parti AK Parti olduğu için, gerekirse seçmen mobilitesiyle durumunu daha da güçlendirecek.

MHP ise büyük ihtimalle Meclis dışında kalacak ya da çok az sayıda milletvekiliyle yetinecek.



Aysal'ın kurduğu ilginç koalisyon

GALATASARAY Başkanı Ünal Aysal ilginç bir koalisyon gerçekleştirmiş gibi görünüyor.

Medyada Ünal Aysal'a en yakın yayın organı Sözcü Gazetesi.

Ünal Aysal'ın Sözcü Gazetesi'nin sahibiyle de yakın bir dostluğu var.

Aysal'ın özel haberleri hep Sözcü'de çıkıyor, kulübün özel bilgileri veya yanıtları Sözcü üzerinden yayınlanıyor.

Deplasman maçlarına bile Aysal'ın uçağıyla birlikte gidiyorlar.

Bunda bir mahzur var mı?

Asla yok.

Olabilir.

Kime ne? Ancak Ünal Aysal'ın medyada bir başka yakını var.

Rasim Ozan Kütahyalı.

Aysal yönetimiyle birlikte Kütahyalı, Galatasaray'ın iç meselelerine en hâkim gazeteci oldu.

Bildiğim kadarıyla Sedat Doğan üzerinden gelişen bu dostluk öyle bir noktaya geldi ki, Ünal Aysal'ın cep telefonu bile artık Rasim Ozan Kütahyalı'nın elinde, bu telefonun içinde içindeki özel mesajları halkla paylaşıyor Kütahyalı.

Bunda bir mahzur yok.

Ancak Ünal Aysal'ın başarısı gerçekten takdire şayan.

Sözcü Gazetesi ile Rasim Ozan Kütahyalı'yı aynı potada eritmek, ancak Aysal'ın becerebileceği bir iş. 

.fatihaltayli.com.tr

Duyunca aklıma geldi


AHMET Davutoğlu ile ilk tanışmam Abdullah Gül'ün başbakanlık koltuğunda oturduğu döneme rastlar.

Daha önce de yazmıştım.

Başbakan Abdullah Gül, Irak'a yapılması gündemde olan ABD operasyonu ve ABD'nin Türkiye'den beklentileri ile Türkiye'nin bu konuda düşündüklerini anlatmak üzere genel yayın yönetmenlerini Ankara'daki konutunda bir yemeğe davet etmişti.

Davutoğlu'nu ilk kez o gün gördüm.

Başbakan Gül'ün "dış politika danışmanı"ydı.

Türkiye'nin o günlerdeki Irak politikasını Başbakan Gül'le birlikte anlattı.

Davutoğlu'nun anlattıkları karşısında dehşete düşmüştüm ve "Ahmet Bey, sizi ilk kaz tanıyorum ancak bu anlattıklarınız politika olarak uygulanacaksa Kuzey Irak'ta Türk askeri ile ABD askeri karşı karşıya gelir. Birbirlerine silah çeker çatışır. Bu riski görmüyor musunuz?" demek ihtiyacını hissetmiştim.

Hem Davutoğlu, hem de Dışişleri mensubu olan ve daha sonra İran'a büyükelçi olarak atanan resmi danışman, "Böyle bir şey söz konusu değil. İki müttefikin askerleri birbirine silah çeker mi?" diyerek bana karşı çıkmışlardı.

Ben de bunu o günlerde, yani 2002 yılında yazmıştım.

Bu yazının üzerinden çok uzun zaman geçmeden dediğim gerçekleşti ve meşhur "çuval geçirme" olayı meydana geldi.

Çatışma olmamasının tek nedeni ise Türk askerlerinin (her nedense) çatışmadan çuvalın başlarına geçirilmesini kabul etmiş olmalarıydı. Aksi takdirde kan dökülmesi kesindi.

Ahmet Davutoğlu'nu sonraki dönemlerde de sık sık eleştirdim.

Ortadoğu'daki sorunların tümünü çözmeye kalkıştığı ve buna hem inanıp hem de çevresini inandırdığı günlerde Davutoğlu'na, "Bu sorunların en yenisi 70, ortalaması 500, en eskisi ise 2000 yıllık. Tüm bu sorunlar bunca yıldır Ahmet Davutoğlu diye biri gelsin de çözsün diye mi bekliyordu" dedim ve yazdım.

Davutoğlu'nun Ortadoğu politikasını, sıfır sorun politikasını hayalci ve imkânsız bulduğumu hep yazdım, hep söyledim.

Sonuç ortada.

Davutoğlu'nun Suriye politikası da, İran politikası da, Mısır politikası da hep duvara tosladı.

Suriye'de 2 yıldır yaşadıklarımız ortada.

Suriye, Türkiye'nin iç huzurunu tehdit eder hale geldi. Üstüne üstlük Türkiye'yi de bence "anlamsız bir yalnızlığa" itti.

Mısır'da kıyameti kopardık.

Ne oldu?

Hiiiiç!

Mursi geri gelmediği gibi Mısır'ın yeni yönetimiyle hiçbir bağımız kalmadı.

İlkesel olarak haklıydık belki ama kendimizi bu kadar bağlamaya gerek yoktu.

Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı'nı devraldığında Irak'la, Suriye'yle, İran'la, Mısır'la, Rusya'yla, ABD ile AB ile hiçbir sorunumuz yoktu. İsrail'le bile durumu idare ediyorduk.

"Sıfır sorun" diye gelen Davutoğlu'ndan sonra hepsiyle sorunumuz var.

Davutoğlu'nun politikalarından kazançlı çıkan sadece İran oldu.

Türkiye başarılı ve istikrarlı bir 10 yıla rağmen, durduk yerde bu sorunlarla boğuşmaya, yıpranmaya başladı.

Dış politikadaki başarısızlık, iç politikadaki başarıların üzerine gölge gibi çöktü.

Diyeceksiniz ki, "Fatih, bunları zaten yazmıştın. Şimdi niye yeniden yazıyorsun, ne oldu?"

Bir şey olduğu yok.

Sadece dün Başbakan'ın kabineyle ilgili olarak "Her an her şey olabilir" dediğini duydum da...

Aklıma geldi.



Ya başkanlık ya takas

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül'ün TBMM'nin açılışında yaptığı konuşma bir "veda konuşması"ndan çok bir "merhaba" konuşması gibiydi.

Satır aralarını okuduğum zaman, "Bu sıralardan ayrılarak Çankaya'ya çıktım, şimdi yine bu sıralara döneceğim" diyordu Gül.

Belli ki, o da benimle aynı fikirde.

Kaç zamandır yazıyorum, "Doğal ve doğru olan Gül'ün AK Parti'nin başına dönmesidir" diye. AK Parti içinde de geniş bir kesim bu fikirde.

Sadece parti içinde değil, parti tabanını oluşturan ve Erbakan'dan bu yana aynı ideolojinin etrafında toplananlar açısından da doğru olan bu.

Bunun hem parti hem Türkiye açısından en doğru olduğunu düşünenlerin sayısı hayli fazla.

Ancak bunun istisnaları var.

"Bu istisnalar kim?" diye soracak olursanız bunlara "Yakın çember" demek mümkün.

Böyle bir görev değişimi, yani Başbakan Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması, Cumhurbaşkanı Gül'ün de TBMM'ye dönmesi durumunda "mevcut pozisyonunu" koruyamayacağını düşünenler böyle bir "görev takası"na karşı çıkıyorlar.

Bana göreyse, Anayasa değişmediği, başkanlık veya yarı başkanlık sistemlerinden birine geçilmediği takdirde bu takas kaçınılmaz.



CHP'nin ABD izlenimi

ANKARA'da CHP'li bazı isimlerle de sohbet etme fırsatım oldu.

Merak ettiğim, CHP'li bazı isimlerin ABD'ye yaptığı ziyaretin sonuçları ve bu ziyaretten edindikleri izlenimdi.

Anladığım kadarıyla izlenimleri CHP açısından çok olumlu geçmemiş.

Daha doğrusu beklentileri doğrultusunda geçmemiş.

ABD'den aldıkları mesaj, "Ne yazık ki iktidar olmaya yakın durmuyorsunuz, bir alternatif gibi görünmüyorsunuz" şeklinde olmuş.

ABD'nin Türkiye ile öngörüsü de CHP'de "negatif" bir izlenim yaratmış.

Çünkü ABD, Türkiye'nin bir dönem daha AK Parti ile yola devam edeceğini ama AK Parti'nin 2014'ten sonra yeni bir liderlikle Türkiye'yi yöneteceğini öngörüyormuş.

Bana bunu anlatan CHP'liye, "Siz ne düşünüyorsunuz?" dedim.

"Şu an için öyle görünüyor olabilir ama siyasette çok şeyin değişeceği bir 2 yıl yaşayacağız. ABD'nin öngörüleri yanlış çıkabilir" dedi. 
fatihaltayli.com.tr

'Haksızlık ediyorsun'

AMAN zaman burada AK Partili bir dostumun "söylediklerini", daha doğrusu benim yazılarıma yönelik "itirazlarını" aktarıyorum. 

Bunu yapmamın bir nedeni var. 

Köşe yazarlığı tek yönlü bir iş. 

Bir olaya bakıyor ve kendi anlayışımıza göre bir "değerlendirme" yapıyoruz ki, ona da yorum ve eleştiri diyorlar. 

Elbette ki yorumumuz "tek taraflı" oluyor. 

Tek taraflı derken kimse "objektif" olmadığımızı düşünmesin. 

Olabildiğince objektif oluyoruz ama sonuçta fotoğraf makinesinin objektifi de fotoğrafı çeken kişinin dönüp baktığı yönü fotoğraflıyor. 

Bu yüzden de objektifini başka yönlere çevirenlerin de görüşlerini aktarmayı "gerçek objektiflik" olarak algılıyorum. 

Bir anlamda ben objektifimi "ormana" çevirmişsem, objektifini "ağaca" çevirenin görüşlerini de aktarıyorum. 

Ya da tam tersi... 

Dün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ilgili eleştirim yayınlanınca AK Partili dostumun arayacağından hiç kuşkum yoktu. 

Nitekim aradı da. 

"Ahmet Bey'e haksızlık etmişsin" dedi. 

Güldüm. "Aramasan şaşardım. Nerede haksızlık etmişim anlat bakalım" dedim. 

"Senin eleştirdiğin Ahmet Davutoğlu, bizim buradan bakınca Türk dış politikasının gelmiş geçmiş en iyi Dışişleri Bakanı gibi görünüyor" dedi. 

"Onu nereden çıkardınız?" diye sordum. 

"Şaka yapmıyorum. Pek çok genç, Davutoğlu'na hayranlık derecesinde saygı duyuyor. Çünkü Türkiye'nin ilk kez Ahmet Bey döneminde kemikli bir dış politikaya sahip olduğuna inanıyorlar ve bu inancı haksız diyemezsin" dedi. 

"Beni iyi okumamışsın. Ben kemiksiz demedim. Ama dış politika her zaman bu kadar kemikli olmamalı. Biraz da şartlara göre oluşmalı. Ben de tam bunu söylüyorum. Bu kadar kemik fazla olabilir" dedim. 

"Bunu sen söyleme bari" dedi. "Dış politikanızın kemiği yoksa sizi hamur gibi yoğururlar. Vücutta kemik olmazsa beden ayakta duramaz, çuval gibi yere yığılır. Ahmet Bey en azından bunu sağladı. Bir duruşumuz var. Dik bir duşumuz var." 

"Yani?" dedim son olarak. 

"Yanisi şu. Ahmet Davutoğlu'na haksızlık ediyorsun. Senin görüşünü hiç paylaşmıyoruz" dedi. 

Ben zaten görüşlerim paylaşılsın diye yazmıyorum. 

Sadece "Böyle de bir görüş var" diye yazıyorum. 

Bir tek benim görüşüm olsa da! 



Davutoğlu'nun hakkını yemeyeyim 

MADEM Ahmet Davutoğlu dedik, Ahmet Bey'in hakkını da vermek lazım. 

Geçen yıl G-20 Zirvesi için Meksika'dayız. 

Ahmet Davutoğlu, gazetecilerle uzun bir sohbet yaptı. 

Dış politikamızı ve bu konudaki görüşlerini, yapmak istediklerini anlattı. 

Sonra da bana takıldı. 

"Fatih Bey, yine bizim söylediklerimize karşı çıkacaktır elbette" dedi gülümseyerek. 

Ben de kendisine, "Ahmet Bey, bazılarına karşı çıkarım, bazılarına destek olurum. O önemli değil, ancak ben size teşekkür etmek istiyorum" dedim. 

Şaşırdı. 

"Çünkü" dedim, "Sizi defalarca eleştirdim. Hatta hep eleştirdim. Ancak siz bir kez bile sitem etmediniz. Bir kez bile sinirlenmediniz, sert yanıtlar vermediniz. Bu yüzden sizi çok takdir ediyorum." 

Bunun üzerine yine gülümsedi ve "Galiba bu yüzden beni sürekli eleştiriyorsunuz" dedi. 



Aysal ve Drogba ve hatta Terim 

DROGBA adam gibi adam. 

Adam gibi adamdan daha adam. 

Geldiği günden beri Türkiye'ye sporculuk, adamlık dersi veriyor. 

Maçlarda asla sinirlenmiyor. Sinirlense de 10 saniye içinde sinirini uzaklaştırıyor. Hakemlere itirazında bile zarafeti elden bırakmıyor. 

Sert faul yapmamaya çalışıyor. Her faulünde rakipten özür diliyor. 

İstemeden sakatladığı futbolcu rakibini hastanede ziyaret ediyor. 

Her lafı, her hareketi ölçülü. 

Son olarak bir ders daha verdi. 

Ünal Aysal cep telefonuna Fatih Terim'den gelen mesajları televizyonlarda yayınlatıp Terim'i aşağılamaya çalışırken, Drogba Juventus maçından sonra "Üzerimizde çok emeği olan Fatih Terim'e teşekkür ediyorum" diyerek alınan puanı Terim'e hediye etti. 

Bu büyük bir harekettir. 

Tabii burada Terim'in de alması gereken bir ders var. 

Göreve yeni gelen Terim olsa ve Drogba bu "jesti" ayrılan teknik direktörüne yapsaydı, Terim'in bundan çok da memnun kalmayacağını adım gibi biliyorum. 



1'er buçuk puan 

FARKINDA mısınız, Türkiye Futbol Federasyonu durum 2-1 Galatasaray'ın lehineyken son 1 dakikası oynanamadan yarım kalan Beşiktaş-Galatasaray maçının sonucunu hâlâ "açıklamadı", hâlâ kimin kaç puan aldığını tescil etmedi. 

Kural ortada. 

Beşiktaş hükmen mağlup sayılacak. 

Galatasaray 3 puanı alacak. 

Ancak federasyon bunu hâlâ açıklamıyor. 

Çünkü Türkiye'nin gördüğü ve görebileceği en eyyamcı federasyon olan bu federasyon, "Bu işin içinden nasıl çıkarız?" diye hesap yapıp duruyor. 

Ben onlara basit iki yol önereyim. 

Fenerbahçe'yi çok kızdırmak istemiyorlarsa, ki istemezler biliyorum, her iki takıma da yani Galatasaray'a da, Beşiktaş'a da 1'er buçuk puan verip 3 puanı paylaştırsınlar. 

Fenerbahçe'yi kızdırmak umurlarında değilse, Beşiktaş ve Galatasaray'a aynı oranda yaranmak istiyorlarsa her iki takıma da 3'er puan versinler. Böylece sorunu çözmüş olurlar. Bu eyyamcılara yakışacak olan tam da budur. 

fatihaltayli.com.tr